Home      

Links

Subject

Larklane

Liverpool

PC

IT

Course Guide

contact

Azerbaijan

Email

 

 

 

 

 
   

 
 
 
 
 
 
 
 

ŞƏHRİYAR

 

Hicrân doldu sinəmizi yaxdı, gəl!

Səndən ötrü ürəyimiz axdı, gəl!

İstəyirsən əncir, üzüm vaxtı gəl!

 

Məclislərdə başda otur, Şəhriyar!Ürəyimdə arzum budur Şəhriyar!

 

Gəl qəmləri küləklərə verim, gəl!

Öz bağımdan sənə güllər dərim,gel!

Sən məni gör, mən də səni görüm, gəl!

 

Demə ömür xəzansızdır, Şəhriyar!

 

 

Gəl Bakı’ya bağım, baxçam güləndə,

Bir də ovuc torpaq gətir gələndə,

Dostlar qatsın torpağıma öləndə,

 

Bəlkə onda kama çatam, Şəhriyar!

Son mənzildə rahat yatam, Şəhriyar!

 

Süleyman Rüstəm

 

 

 

 

Şehriyar (Mir Ağaoğlu Muhammet Hüseyin)

 

 

Seyahat ŞERİFOVA

1813 senesi Azerbaycan halkının tarihine siyah harflerle yazıldı. Çar Rusyasıyla İran devleti kendi aralarında imzaladıkları mukaveleyle Azerbaycan devletini Güney ve Kuzey'e ayırdılar. Kuzey Azerbaycan Rusya'nın, Güney ise İran'ın sömürgenliğine geçti. Azeri edebiyatı da iki kola ayrıldı: Güney ve Kuzey Azerbaycan Edebiyatı. Kuzey'de yaşayan Azeri Türkleri kendi dillerinde okuma yazma hakkına sahipken Güneyliler bu haktan yoksundular. 1930 senesinde İran'da Farsça tek resmi dil kabul edildi ve böylece Güney Azerbaycan'da yaşayan Azeri Türkleri kendi dillerinde yayın yapma imkanından mahrum oldular. Yazılan şiirler ve eserler yayınlanmadığı ve halka ulaşamadığı için adeta şifahi halk edebiyatı durumuna düşmüşlerdir. Bu durum da Kuzey Azerbaycan edebiyatının gelişmesinde menfi rol oynamıştı. Azerbaycan edebiyatı dedikde hep Kuzey Azerbaycan şair ve yazarları anımsanır. Halbuki Güney'de her türlü mahrumiyetlere katlanarak dillerini koruyup saklayan, bu dilde yazan şair ve yazarlarımız var olmaktadır. Doğrudur Güney Azerbaycan Türk Edebiyatı, Fars dili ve edebiyatı etkisi altındadır ama bu doğaldır. Çünkü senelerdir bu insanlar Farsça yazıp okuyor, hatta Farsça düşünüyorlar. Buna rağmen Azeri Türkçesini korumuş, saklamışlar, Güney'de Azerbaycan Türk Edebiyatı'nın önde gelen isimlerinden biri Şehriyar'dır. Mir Ağaoğlu Muhammet Hüseyin 1904 senesinde Tebriz'de doğdu. İlköğretimini Tebriz'de yaptı. Daha sonra Tahran'da başladığı yükseköğretimini bilinmeyen bir nedenle yarıda bıraktı. 1936 yılında Ziraat Bankası'na memur olarak girdi ve buradan emekli oldu. Uzun süre hep Farsça yazdı. Bu şiirleriyle kısa zamanda ünlendi ve çağının Hafız'ı olarak değerlendirildi. Olgunluk döneminde annesinin nasihatıyla Azeri Türkçesiyle şiirler yazmağa başladı. Bunlardan özellikle Azerbaycan'ın Tebriz yakınlarında bulunan kendi köyü Hoşgenab'da yer alan Heyder Baba Dağı'na yazdığı "Heyder Baba'ya Selam" şiiri çok sevildi. Kısa zamanda Türk dünyasının çeşitli yerlerinde yayınlandı.

 

Heyder baba , ildırımlar şahanda

Seller, sular şakgildayup akanda

Gızlar ona sef bağlayup bakanda

Selam olsun şovketüze elüze

Menim de bir adım gelsin dilüze

 

Heyder Baba'ya Selam o kadar çok sevildi ki, ona pek çok nazireler yazılmaya başladı. Kuzey Azerbaycan'da Azeri Türkçesiyle bir kitap halinde basıldı, besteciler ona şarkılar yazdılar. Şiirde şair Azerbaycan'ın bölünmesine deymiş, böyle yazmıştı:

 

Bir uçeydim bu çırpınan yelinen,

Bağlaşeydim dağdan aşan selinen,

Ağlaşeydim uzah düşen elinen,

Bir göreydim ayrılığı kim saldı

Ölkemizde kim gırıldı, kim galdı.

Soğuk savaş yıllarında iki Azerbaycan arasında hiçbir siyasi ve edebi bağlantı yok idi. 1986 senesinden sonra Kuzey Azerbaycan'da Güneylilerin şiirleri, eserleri tanıtılmağa başladı. Sovyetler devrinde ara sıra yazışmalar oluyordu. Örneğin Bahtiyar Vahabzade birkaç kere Şehriyar'a mektup yollamış ve şairden cevap alabilmişti. 80 senelerinin ortalarında artık Şehriyar'ın kendi sesiyle teyp lentine alınmış şiirlerini Azeriler televizyonlarından dinliyorlardı. Amma ne yazık ki, Şehriyar 1988 senesinde hayata gözlerini yumdu. Böylece de Kuzey Azerbaycan'a, Bakü'ye gelme arzusu gözünde kaldı.

Şehriyar, sadece Güney Azerbaycan'ın değil, bütün Türk dünyasının en önemli şairlerinden biri sayılır.

 

Məqalə


... Güney Azerbaycan'da Fars dili ve Edebiyatı karşısında uzun yıllar susan Türkçe son dönemde çağdaş Türk edebiyatlarının en büyük şairlerinden biri olan Şehriyar'ı (1904/5-1988) yetiştirmiştir. Şehriyar'ın tam adı Doktor Seyyid Mehemmed Hüseyin Tebrizi Şehriyar'dır. Bunlardan Mehemmed Hüseyin şairin adı, Behçet Tebrizi soyadı, Behçet aynı zamanda ilk mahlası, Seyyid peygamber soyundan geldiği için lakabı, Doktor tıp fakültesinde okuduğu için bir hitap sözüdür. En fazla tanınan Şehriyar adı ise şairin en son mahlasıdır. Şehriyar, bu mahlasını İran'daki eski bir geleneğe uyarak Hafız Divanı'ndan fal açarak tespit etmiştir.

Şairin doğum tarihi ve ilk tahsil yılları hakkında birbirinden farklı görüşler bulunmaktadır. İlk tahsilini Tebriz'de değişik medreselerde ve özel dersler almak suretiyle tamamlamış, liseyi Tahran'da okumuştur. Tahran'da tıp fakültesine kaydolmuş, fakat sevdiği Süreyya adlı kız yüzünden Tahran'ı terk etmek zorunda kaldığından tıp tahsilini tamamlayamamıştır. Arapça, Farsça ve Fransızca bilen Şehriyar'ın Farsça şiirleri dört ciltlik divan ve iki ciltlik külliyat halinde basılmıştır. İran Edebiyatı'ndaki yeri dolayısıyla birinci dereceli Maarif nişanıyla taltif dilmiş, Tebriz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'nin en büyük amfisine ve Tebriz'deki okullardan birine onun adı verilmiştir. Rivayete göre Şehriyar'ın annesi oğlunun Fars diliyle yazdığı şiirlerin şöhretini duyunca, "Oğlum sana büyük şair olmuşsun diyorlar, lakin ben o dili anlamıyorum: benim dilimle de bir danış ki oğlumun nece büyük şair olduğunu ben de bileyim." der. Şehriyar annesinin bu dileği üzerine Heyderbaba'ya Selam şiirini yazar.

Şehriyar'ın sanat hayatı, ömrünün Önemli dönüm noktalarına göre beş safhaya ayrılarak incelenmektedir. 1929 yılına kadar şair daha çok sevgi konularını işlemiş, ancak bu sevgi aşkla sınırlı kalmamış, vatan, millet, insan, tabiat ve hayat gibi alanlara da yönelmiştir.

1929-1939 yılları arası şairin en bunalımlı yıllarıdır. İlk aşkı Süreyya'dan ayrılması, Tahran'dan sürülmesi, memuriyet hayatındaki tayin ve geçim sıkıntıları, babasını kaybetmesi şairi karamsar ve kötümser yapmıştır. Şehriyar bu döneminde şiirden ve musikiden uzaklaşmış, tasavvufa yönelmiştir.

1939-1950 yılları şairin en verimli dönemi olmuştur. Bu dönemde milli konulara ve dünya meselelerine yönelmiş, Azerbaycan ve "Azerbaycanıma" adlı eserlerini vermiş, Alman vahşetine karşı Stalingrad'da savaşanları övmüş, buluşundan dolayı Einestein'a hitaben övücü şiirler yazmıştır.

1950-1972 yılları arasında Şehriyar'ın hayatında önemli olaylar olmuştur. Annesi ölmüş, evlenmiş ve özlemini duyduğu Tebriz'e yerleşmiştir. Bu döneminde Şehriyar Türkçe, "1.Heyderbaba'ya Selam" (1954), "2.Heyderbaba'ya Selam" (l964), "Türk'ün Dili" (1969), "Memmed Rehim'e Mektup" (1967), "Sehendim" (l967 ?-1970 ?); Farsça olarak da "Gecenin Efsanesi" ve "Mumya" şiirlerini yazmıştır.

1972-1988 yılları arasındaki son dönemin en dikkati çeken özelliği Türkçe şiirlerin sayısının artmasıdır. 1979 Martından itibaren Varlık dergisinin pek çok sayısında Şehriyar'ın Türkçe şiirleri yayınlanmıştır.

Şehriyar, kendisini romantik ve gerçekçi bir şair saymıştır. Romantizmin konuyu ayrıntılı ve açık, gerçekçiliğin ise hayatı az, öz, çok taraflı ve objektif aksettirdiğini savunmuştur. Az sözle derin ve yüksek fikirler ifade etmenin sanatkarın yeteneğini gösteren başlıca unsurlardan biri olduğunu söylemiştir. Bu sebeple şiirlerinin konusunu gerçek hayattan almış, halkın anlayabileceği sade ve tabii bir dil kullanmıştır. Kelime hazinesi geniş olan şair, deyimlere de geniş yer ayırmıştır. Kuzey Azerbaycan'da ve Türkiye'de çok sevilen şairin, "Türkiye'ye Heyali Sefer" adlı eserinden İstanbul'a ve Konya'ya hayranlık duyduğu, Akif ve Yahya Kemal'i beğendiği anlaşılmaktadır. Şehriyar, pek çok şiirinde Türkiye Türkçesi'ne has kelimelere ve söyleyiş şekillerine yer vererek Türkiye'deki kültür hayatını yakından takip ettiğini ortaya koymuştur. Fiil ağırlıklı bir anlatıma baş vuran şair, halk edebiyatındaki akıcı ve sade üslubu başarıyla kullanmıştır. Tar çalan ve musiki ile yakından ilgilenen Şehriyar dilin ahenginden ve kelimelerin musikisinden ustaca faydalanmış, hece ve aruz ölçülerini ayırd etmemiştir. Türk Edebiyatı'nın en büyük şairi olarak Fuzuli'yi kabul eden Şehriyar, kendini de zamanının Hafızı olarak görmektedir. Şehriyar'ın Türkçe eserleri şunlardır: "1.Heyderbaba'ya Selam" (1954), "2.Heyderbabaya Selam" (1964), "Türk'ün Dili" (1969), "Memmed Rehim'e Mektup" (1970-1971), "Sehendim" (1970), "Behçetabat Hatırası", "El Bülbülü", "Süleyman Rüstem'e Cevaplar", "Dövünme ve Sevinme", "Tersa Balası" ve "Naz Eylemişsin"'dir.

Heyderbaba'ya Selam şiiriyle Türkiye'de de yakından tanınmış, bu eseri bir kaç kez yayınlanmış ve Muharrem Ergin'in "Azeri Türkçesi" (İstanbul,1971) adlı eserinde dil bakımından incelenmiştir. Ahmet Ateş'in, Yavuz Akpınar'ın ve Fethi Gedikli'nin Türkiye'ye tanıttığı Şehriyar, şüphe yok ki dünya çapında bir şairdir. Firdevsi'nin Arapça'ya teslim olan Farsça'yı Şehnamesiyle dirilttiği gibi, Şehriyar da İran'da Farsça karşısında yok olmaya yüz tutan Türk dilini Heyderbaba'ya Selam şiiriyle ebediyen ayağa kaldırmış ve başını göklere ağdırmıştır ...
 

 

 

Heydərbaba, Yolum Sənnən Kəc Oldu...
 

Yadıma gəlir, 60-cı illərin birinci yarısında mən universitetdə oxuyarkən Şəhriyarın adı və “Heydərbabaya salam” poeması birdən-birə - elə bil ki, tər-təmiz göy üzündə şimşək çaxdı!-şüurumuzu silkələdi, bütün varlığımızdakı Cənub həsrətini təzədən özümüzə yaşatdı, o tərtəmiz, saf Azərbaycan dili, o poetik ab-hava bizim-gənclik eşqi, həvəsi, ehtirası ilə milli hisslər, düşüncələr, qayğılar aləminin içində yaşayan cavanların, ədəbiyyat, sənıt hıvəskarlarının arasında əməlli-başlı bir təlatüm yaratdı. Mən dünya ədəbiyyatında elə bir nümunə xatırlaya bilmirəm ki, heç bir siyasi motivi olmadan, süjeti olmadan, çağırışı-şüarı, hansısa ictimai iddiası olmadan “Heydərbabaya salam”ın 60-70-ci illərdə Sovet Azərbaycanında ictimai şüura göstərdiyi qədər vətəndaşlıq təsirinə malik olsun.

 

                        Heydərbaba, ildırımlar çaxanda,

                        Sellər-sular şaqqıldayıb axanda,

                        Qızlar ona səf bağlayıb baxanda,

 

                        Salam olsun şöfkətüzə, elüzə,

                        Mənim də bir adım gəlsin dilüzə.

Qazdan ayıq olan sovet (partiya!) senzurası (qlavlit!) bu sadə, şəffaf misralarda hansı siyasi fıkir, hansı siyasi eyham, millətçi çağırış tapa bilərdi?

Əlbəttə, heç nə tapa bilməzdi.

Çünki bu poemada belə bir fıkir, eyham, çağırış, həqiqətən, yoxdur.

Sadəcə olaraq ona görə ki, “Heydərbabaya salam”ın siyasi-ictimai qəhrəmanı onun dilidir, onun xəlqiliyidir.

Söhbət iki yerə parçalanmış və hər parası da müxtəlif ictimai formasiyalarda, əlçatmaz, ünyetməz qorxunc sərhədlər arxasmda yaşayan bir xalqın ana dilindən və ən səmimi, incə, kövrək tellərlə həmin xalqa bağlılıqdan gedir.

Söhbət Azərbaycan xalqının taleyi kontekstində poetık ictimai-siyasi bir hadisədən gedir.

Buna görə də bu poema yalnız Azərbaycan poeziyasında və ictimai fıkrində yox, ümumiyyətlə, sənətin və ictimai fıkrin qarşılıqlı təmasında unikal bir hadisədir.

“Heydərbabaya salam”a qədər Məhəmmədhüseyn Şəhriyar farsdilli böyük İran şairi di. Bu poema onun Azərbaycan dilində yazdığı ilk əsərdir və bu poemadan sonra

Məhəmmədhüseyn Şəhriyar, eyni zamanda, böyük Azərbaycan şairi oldu.

Və “Heydərbabaya salam”dan sonra İranda yazıb-yaradan bir çox istedadlı şairlər bu poemaya ana dilində nəzirələr yazdılar, Azərbaycan şairi oldular.

İrandakı müasir günlərimizin Azərbaycan poeziyası belə yarandı.

Şəhriyarın özü də “Heydərbaba”dan sonra fars dili ilə bərabər, Azərbaycan dilində də gözəl şerlər yazdı və ömrünün sonunacan da beləcə davam etdi.

Mən o uzaq gənclik illərində, təbii ki, Heydərbabanı görməmişdim, amma heç zaman görmədiyim və Şəhriyarın poemasına qədər adını belə eşitmədiyim o dağ, o dağın ətəklərindəki el-oba, o duz, məzə, o kədər, həsrət elə bil ki, tamam canlı bir varlıq kimi, qəribə bir məhrəmliklə, mehribanlıqla mənim üçün tamam doğmaya çevrilmişdi.

 

                     Mir Mustafa dayı, ucaboy baba,

                     Heykelli, saqqallı, Tolstoy baba,

                     Eylərdi yas məclisini toy baba,

 

                     Xoşginabın abrusu, ərdəmi,

                     Məscidlərin, məclislərin görkəmi...

Elə bil ki, adını birinci dəfə eşitdiyim o Mir Mustafa babanı, o ucaboy Tolstoy babanı mən elə gözümü açandan eləcə görmüşdüm, o məscidləri də tanıyırdım, o məclislər də mənim üçün çox doğma bir yer idi.

 

                      Səhər tezdən naxırçılar gələrdi,

                      Qoyun-quzu dam-bacada mələrdi,

                      Əmməcanım körpələrin bələrdi,

 

                      Təndirlərin qovzanardı tüstüsü,

                      Çörəklərin gözəl iyi, istisi...

Elə bil ki, o naxırçıları da mən lap yaxşı tanıyırdım, o qoyun-quzu mələş-məsini də aydınca eşidirdim, təndirdən qovzanan o tüstü mənim gözlərimə girib özü ilə qəribə bir sevinc (acı sevinc!) gətirirdi və o çörəklərin də iyini, istisini eləcə hiss edirdim.

Rübabə Muradova o yanıqlı, təkrarsız səsiylə, nəfəsiylə oxuyanda ki:

 

                       Heydərbaba, kəkliklərin uçanda,

                       Kol dibindən dovşan qalxıb qaçanda,

                       Bağçaların çiçəklənib açanda,

 

                       Bizdən də bir mümkün olsa yad eylə,

                       Açılmayan ürəkləri şad eylə...

-elə bil mən də yaxşı tanıdığım və sevdiyim Mədinə Gülgün və Balaş Azəroğlu kimi, Əli Azəri və Qulamhüseyn Beqdeli, Söhrab Tahir və Həmid Məmmədzadə, Mirzə Pürabbas və

Qasım Cahani kimi qələm sahibləritək canımı, qanımı Cənubda qoyub bir də heç zaman geriyə dönə bilməmək məh-kumluğu, əlacsızlığı ilə Şimalda yaşayırdım...

Amma təkcə Cənubda yox, Şimalda da “Heydərbabaya salam”a nəzirələr,

Şəhriyara məktublar yazıldı (Şəhriyardan da cavablar alındı və əvvəllər görünməmiş bir hadisə baş verdi: o qorxunc sərhədlərin fövqündə ana dilli poetik bir yazışma başladı!), “Heydərbaba”nın şer forması populyarlaşdı.

Qəribədir, 60-cı illərdə Azərbaycan poeziyasında şerin forması barədə (sərbəst şer- ənənəvi şer) qızğın mübahisələr, hətta ədəbi münaqişələr getdiyi bir vaxtda və biz də bir cavanlıq şövqü ilə yeri gəldi, gəlmədi, sərbəst şerin təəssübünü çəkdiyimiz bir zamanda sadə, tamam ənənəvi “Heydərbabaya salam” hamının ürəyinə yol tapdı və bir daha sübut etdi ki, əsas istedaddır və o istedad sənə nə yazdırırsa, onu da yazmalısan.

... Sonralar bizə məlum oldu ki, Heydərbaba nemətli, məhsullu, möhtəşəm bir dağdır və Şəhriyar da o dağın ətəklərində dünyaya gəlib, uşaqlığı o ətəklərdəki Qayışqurşaq,

Xoşginab, Şəngülava kəndlərində keçib və heç şübhəsiz ki, bu poemanın bu dərəcə təbii çıxmasında o el-obanın havasıyla, suyuyla mayalanmış genlərin rolu olub və elə o genlər də ana dilini Şəhriyarın ürəyinin dərinliklərindən çıxarıb qələminin ucuna gətirmişdir.

Xatirindədir, 60-cı illərin ikinci yarısında mən Nizami adına Ədəbiyyat İnstitutunun aspirantı, sonra kiçik elmi işçisi olduğum vaxtlar unudulmaz professor Qulamhüseyn Beqdeli xüsusi bir ehtirasla danışırdı ki, Tehranda yaşayan Şəhriyar xəstələnir, anası kənddən onu yoluxmağa gəlir və bu görüşdən sonra “Heydərbabaya salam” yaranır.

Və mən indi fikirləşirəm ki, əlbəttə, o vaxt Ana özü ilə birlikdə Tehrana Heydərbabanın ab-havasını aparmışdı və kənddən şəhərə oğlunu yoluxmağa gedən o adi Ana səfəri Azərbaycan poeziyasında Şəhriyar hadisəsi yaratdı.

Elçin